Bruce Lee nin de hocası Yewen
Bu yazımızda Çinlilerin halk kahramanı, yaptığı işlerle büyük takdir toplayan, Bruce Lee nin de hocası olan ünlü Kungfucu Yewen’i anlatacağız.
Ünlü Kungfucu Yewen 1893 yılında Çin’in en ünlü Kungfu ustalarının çıktığı Guangdong eyaletinin Foshan şehrinde doğdu. Zengin bir ailenin çocuğu olan Yewen, yedi yaşında Kungfu öğrenmeye başladı, 16 yaşında Kungfunun başka bir dalı olan “Yong Chun Quan” öğrenmeye başladı.
1937 yılında Japonlar Çin’e savaş açarlar ve Çinin birçok şehrini işgal ederler, Yewen’in yaşadığı şehir olan Foshan da bu işgalden nasibini almıştır. Japonların şehri işgal etmesiyle Yewen de bir anda fakir duruma düşmüştür, ihtişamlı evi ve her şeyi elinden alınmıştır. İşgale kadar bir işte çalışmayan Yewen, Japon askerlerinin emrinde ağır şartlar altında çalışır. Japonlar, Çinlilerle Kungfu müsabakaları düzenlerler, bu müsabakalara Yewen de katılır. Yewen katıldığı dövüş müsabakalarında Japon askerlerini döver, Japon askerlerinin dayak yemesi Japon komutanı sinirlendirir. Bu yüzden Yewen bir süreliğine Foshan’ı terk eder

İşgal boyunca Foshan halkına yardım etmiş, onları umutlandırmış, Japon askerlerini yenerek onların işgal altında da olsa mutlu olmasını sağlamıştır. 8 Ağustos 1945 de Japonlar savaşı kaybettiklerini ilan ettiklerinde Yewen tekrar Foshan’a dönmüş ve polis olarak çalışmıştır. 1949 yılında ise Hongkong’a gitmiş ve orada “Yong Chun Quan” öğretmiştir. En ünlü öğrencisi ise dünyaca ünlü Kungfucu Bruce Lee dir.
 Yewen 1972 yılında ise ölmüştür, Yewen’in iki eşi bulunmaktadır, Yewen’i anlatan filim olan “Ip Man” de bir eşi olduğu gösterilmektedir.Çinli kılıbıkların ağzına doladığı meşhur bir sözü bulunmaktadır, “Kadından korkan erkek yoktur, kadına saygılı erkek vardır”. Bunu bize anlatan Çinli kılıbık dostlarımıza Yewen gibi ikinci hatunu alında görelim diyoruz.
Filiz Li, Türkiye'de yaşayan bir Çinli

İstanbul, eşsiz bir dünya kenti

    Paris kadar lüks değilsin, ama her yerin gizem dolu
    New York kadar moda değilsin, ama her yerin uzun saklanan içkinin cazibesi dolu
    Roma kadar eski değilsin, ama üzerinde tarihten gelen yoğunluk hakim
    Hong Kong kadar parlak değilsin, ancak her yerin rahatlık dolu...
    İstanbul, tarih ile dinin, yaşlılıkla gençliğin, muhafazakarlıkla açıklığın birleştiği bir kent. Karmaşık, ancak çekici bir şehir. Daracık Boğaziçi'yle Avrupa kıtasını Asya kıtasına bağlamasına karşın İstanbul, ne Avrupa şehirlerine, ne de Asya'ya benziyor. Hele Amerika'ya hiç benzemiyor. Burası, dünyada eşi bulunmayan, iki kıtayı birleştiren güzel bir antik kale.
    3 bin yıllık geçmişi olan tarihi bir kent İstanbul. Bizans ve Osmanlı imparatorluklarının başkenti olan İstanbul'un 15 milyonluk nüfusunun yüzde 90'ından fazlasını Müslümanlar oluşturuyor. Bu nedenle burası, aynı zamanda bir camiler kentidir. Ancak İslamiyet'in bu kutsal mekanlarının hemen yanı başında Hıristiyanların ve Musevilerin mabetleri de bulunuyor. Buna laiklik de eklendiğinde İstanbul'un demokratik ve medeni bir kent olduğunu söyleyebiliriz.
    Gelir dağılımındaki ciddi eşitsizliğe rağmen doğuştan dürüst, iyimser ve misafirperver olan Türkler, kader ne verdiyse yaşamının tadını çıkarıyor.
    Kapalı veya açık kahveler, çayhaneler, mahalle ortasındaki küçük bahçeler ve yaşlılar için kurulan eğlence merkezleri, sabahtan akşama kadar tıklım tıklım dolu.
    Sahil boyunca, sabah akşam demeden, rüzgarlı, yağmurlu ve yahut güneşli hava demeden, balık avlayan insanlar hiç eksik olmaz,
    Sokaklarda kavga eden veya rastgele tüküren insanlar hiç görülmez, hırsızlık ve soygun olaylarına da ender rastlanır.
    Eğer yolunu kaybettiysen, telaşlanmana hiç gerek yok. Çünkü her zaman yol gösteren biri karşınıza çıkacaktır.
    Komşular her zaman size selam verir, güzel yemeklerini sizinle paylaşır.
    Her hangi bir Türk ailesine gittiğinizde, ev sahibi her zaman yeni demlenen Türk çayı veya Türk kahvesini, geleneksel kuru pastaları ikram eder ve bol bol yemeniz içmeniz için ısrar eder. Türklerin evlerindeki buzdolapları her zaman güzel yemeklerle doludur.
    Eğer bir Türk ailesine yemeğe davet edilirseniz, bunun için üç beş saat ayırmanız gerek. Dünyanın üçüncü büyük mutfağı olan Türk yemeklerinin zenginliğine ve lezzetine doyum olmaz. Yemekten sonra çay-kahve vakti, ardından kuru yemiş ve meyve ikramları ve yine çay-kahve...
    Genç nüfus oranının yüksek olması nedeniyle bu tarihi kent, dinamizm doludur. Hele Türklerin futbol sevgisi, tek başına bir çılgınlık sayılabilir. Tanıştığım yakışıklı delikanlıların her biri, sayıları çok fazla değilse de, bana "hangi takımı tutuyorsun" diye sormaz mı! Bu soruyu sorarken gözlerinden fışkıran heyecan ve tutulan takıma olan sadakat karşısında "Bir futbol sever değilim, takımınız hakkında hiç bir fikrim yok" diye cevap vermeye bugüne kadar hiç cesaret edemedim. Bunun yerine gazetede okuduğumu ezberleyerek filanca Brezilyalı futbolcunun falanca Türk takımında oynadığını anlattım ve derhal kendilerinden biri olarak kabul edildim. İstanbul'daki stadyumlar, savaş meydanlarını aratmayacak kadar hararetli. Türk takımlarının başarısının kaynağı bu olsa gerek.
    İstanbullu kızlar ve kadınlar için "güzel", "çekici" gibi kelimeler hafif kalır. Gerçi onların giyimlerinde kutuplaşma var. Bir kesimi başörtülü, hatta bütün vücutları sımsıkı kapalı. Ancak tamamen batılılaşmış tarzda giyinenlerin sayısı da çok fazla. Bu ayrıma rağmen herkesin giyime gösterdiği özen, dünyanın en modern şehirlerinin bile gerisinde değil. Hele düğünlere veya davetlere gidenlerin giysilerini bir görseniz. Türk hanımlar, ev işlerinde de çok özenli davranır. Evleri pırıl pırıl, yemekleri harikadır. Çoğu iki çocuk annesi olan Türk kadınlarının önemli bir bölümü, artık ev hanımı değil, meslek yaşamlarında da büyük başarılara imza atıyorlar. Onların karşısında kendimden hep utanırım.
    Ancak bütün metropollerde olduğu gibi, İstanbul'daki hayatın kolay olmayan yönleri de vardır. İş bulmak zor, hayat pahalı, trafik yoğun, otobüsler tıklım tıklım, ikamet izni için gittiğim emniyet müdürlüğünde kuyruk uzun...Tabi orada bir tanıdığınız olursa, iş değişir. Bunları anlatıyorum, ancak hiç bir yerde her şeyin ideal olamayacağına da dikkat çekmek isterim.
    Pazarlar, tasarruflu yaşamak isteyenler için ideal bir yer. Bütün mahallelerde haftanın belirli günlerinde sebze, meyve ve gündelik eşyalar satılan pazarlar kurulur. Bunun yanı sıra İstanbul'da dünyanın en büyük Kapalı Çarşı'sı da var. Yaklaşık 5 bin dükkan ile 30 giriş çıkış kapısı olan Kapalı Çarşı, başlı başına bir şehirdir. Bu arada, dünyanın en ünlü kuzu derisi, halı, turkuaz ve lületaşının Türkiye'den çıktığını da hatırlatmalıyım. Kapalı Çarşı'da akla gelen ve gelmeyen her şey satılır. Rengarenk vitrinleriyle, satıcıların bağırış çağırışlarıyla Kapalı Çarşı, hayat dolu bir tabloyu andırır. Hiç bir şey almasanız bile, burada keyif bulursunuz.
    Tarihi İpek Yolu'nun son durağı olan İstanbul, bir açık hava müzesi ve dünyanın sayılı turizm cennetinden biridir. Birleşmiş Milletler tarafından kültürel miraslardan biri ilan edilen İstanbul'un eski şehir bölgesinde yer alan görkemli saraylar, Sultanahmet Camii, tarihin tanığı olan şehir surları, tabloyu andıran boğaz, Ayasofya ile Boğaziçi Köprüsü'ne hayranım!
     Boğaz sahilinde dolaşırken, yaşamın türlü sıkıntılarını unutup her zaman huzur bulurum. Sahile uzanan tepelerdeki yalıların güzelliğine de bayılırım. Denize bakan balkonlarda, lale şeklindeki fincandan çay içerek, Türk tatlıları yiyerek, Boğaziçi'nden gelip geçen gemileri ve karşı yakadaki güzel manzaraları seyrederek, camilerden yükselen ezan seslerini dinleyerek sayısız öğleden sonrayı ve akşamı büyük keyif içinde geçirdim.
    Bu kocaman ve sonsuz derin "kale"de zaman ve coğrafyaya hep şaşırdım. Kim olduğuma ve nerede bulunduğuma dair sorular sorarım kendi kendime. Bir yandan bu "kale"nin içini daha fazla tanımak istiyorum, ancak buna gücümün yetmediğini de hissediyorum. Belki o kadar fazla ziyaretçinin İstanbul'a defalarca gelmesinin nedeni de budur. Bilmiyorum. Yanıtı zamanın vereceğini sanıyorum...
Çinliler, yemekleri ve Türkler
Çinlilerle Türkler arasında belki de en büyük farklardan bir tanesi damak tadı ve yemek alışkanlıkları. Bunu, Çin'e ilk geldiğiniz andan itibaren sert bir şekilde fark ediyorsunuz. Bazen ilk geldiğim zamanları ve o zamanlarda yaşadığım zorlukları düşünüyorum. Bunlardan en büyüğü, Çin alışkanlıklarına, damak tadına, zevklerine alışmaktı. Basit bir örnek vermek gerekirse, o zamanlar öğrenci olduğum için okulun yurdunda kalıyordum ve okulun yemekhanesinde çatal ve kaşık yoktu. Benim de "kuaizi" yani çubuklarla yemek yemeye alışmam çok uzun sürmüştü. Ne kadar uğraşırsam uğraşayım çubuklarla tuttuğum yemek daha ağzıma varmadan düşüyordu ve beni dalga konusu haline getiriyordu. O yüzden neredeyse ilk bir ay, yemekhaneye giderken elimde marketten aldığım kendi çatalımı götürdüm. Bu çatal kaşık bulunmaması durumu sadece okulun yemekhanesinde değil, dışarıda gittiğim birçok lokantada da aynıydı. Ancak belli bir seviyenin üzerindeki lokantalarda, o da özel istek üzerine çatal ve kaşık getirilirdi, ki bunların bile çoğunda kaşık olur ama çatal olmazdı, kaşık da yaklaşık 6-7 cm boyunda porselenden yapılma küçük bir kaşıktı, yani amacı adeta onunla yemek yenmesi değil, ya çorba içilmesi ya da bir yemeğin ana tabaktan kişisel tabağa aktarılmasıydı.
    Bir süre sonra çubuklarla yemek yemeye alışıp artık çatal kaşık aramaz duruma geldiğinizde ise daha büyük bir problem sizleri bekliyor, o da Çinlilerin damak tadı. Türkler, özel sağlık nedenleri veya diyet yapıyor olma durumu söz konusu olmadığı sürece hemen hemen bütün yemeklerine tuz koyarlar. Hatta bu o kadar önemlidir ki yemek tam pişmeden önce yemeğin suyundan bir miktar alınarak tuzuna bakılır, eksikse ilave edilir, fazla olmuşsa ekstra malzeme veya su konur. Çinliler ise bizim tuzumuz yerine şeker kullanırlar. Hemen hemen bütün yemekleri az ya da çok tatlıdır. Çok güzel görünen bir etli patates yemeğinin içinde reçelimsi bir sos olması veya sabırsızlıkla beklediğiniz balığın tahin benzeri bir sosla servis edilmesi sık karşılaşacağınız durumlardır. Normal lokantalarda zaten ekmek yoktur, ekmek yerine genelde pilav yersiniz. Pilavın da yapılışı bizimkinden çok farklıdır. Biz pilavı genelde şehriye ile yaparız, tereyağı ve tuz ilave ederiz. Çinliler ise pirinci suya atar, kaynatır ve çıkarır, yağ ve tuz koymaz, şehriye ise Çin'de yok zaten. Bizde pilavın tane tane olması makbuldür, lapa olursa bu bir kusurdur ve dile getirilir. Çinlilerin alışkanlıklarında ise lapa pilav makbuldür; çünkü eğer tane tane olursa çubuklarla yemek zor olur, lapa olduğunda ise çubukla kolayca tutulup tek seferde yeterli miktar ağza götürülebilir.
    Fakat bütün bu anlattıklarım alışılamayacak şeyler değil. Tabii yemek konusunda, "şunu yemem, şöyle yerde yemem, şöyle olmazsa yemem" gibi takıntısı olanların alışması çok daha zor ama eninde sonunda alışılıyor. Bu süreç benim için yaklaşık iki ay sürdü ve bu süre içinde çoğunlukla hazır gıdalar tüketmiş olmamdan dolayı kilo da aldım, fakat sonunda alıştım, hatta birkaç gün yemediğimde özler bile oldum. Buna alıştıktan sonra ise, yemekle ilgili zevklere ortak olabiliyorsunuz.
    Örneğin Çinlilerin en büyük zevklerinden bir tanesi "huoguo", yani hotpot tarzı lokantalar. Bu lokantalarda oturduğunuz masanın ortasında bir büyük ocak veya herkesin önünde birer küçük ocak bulunuyor. Sipariş verdiğiniz zaman, o ocağın üzerine, içinde tercihinize göre farklı aromalı su bulunan bir tencere konuyor ve kaynamaya başlıyor. Sipariş ettiğiniz et veya sebzelerin tamamı çiğ olarak geliyor ve o tencerede kendiniz pişiriyorsunuz. Piştikten sonra da tahin ve sarımsaktan oluşan bir sosa batırarak yiyorsunuz. Belki bu şekilde ifade edince kulağa hoş gelmiyor olabilir; fakat alıştıktan sonra son derece lezzetli bir alternatif olabiliyor bu yemekler...
    Yine Çinlilerin, özellikle gençlerin en büyük zevklerinden biri de bir evde toplanıp birlikte farklı yemekler pişirmek. Bir Çinli arkadaşım bana bunu söylediği zaman hemen bu şekilde bir organizasyonun hazırlıklarına giriştik. Ortak arkadaşımız olan birkaç tane Çinli gencin hepsinin uygun olacağı bir zaman ayarladık ve benim evimde toplanmak üzere sözleştik. Buluşma gününde, herkes, kendi pişirmek istediği yemeğe uygun olarak alışveriş yaptı. Gelecek olan herkes tamamlandığı zaman, ellerinde alışveriş poşetleriyle yemek yapmaya hazırlanan sekiz kişi vardı. Kimisi yapabildiği tek yemeği yapacaktı, kimisi kendi şehrinin ünlü yemeğini yapacaktı, kimisi kendi icat ettiği bir yemeği yapacaktı, kimisi de bir diğerine yardım edecekti. Arada sırada da yemek alışkanlıklarından ve hepsi Çinli de olsa bölgelere göre değişen damak tatlarından bahsediyorlardı. Örneğin Çin'in güneyindeki insanlar yemekte tatlı sosları daha az tercih edermiş, onun yerine daha çok baharat ve hatta bazıları tuz kullanırmış, buna karşın Çin'in kuzeyinde soslar daha tatlı ve şerbet tarzında olurmuş. Yine Çin'in kuzeyindeki insanlar çok fazla acı sevmezmiş fakat Sichuan ve Hunan bölgelerinden gelenler çok acı severmiş ve hemen hemen bütün yemekleri acılıymış. Öyle ki, Çin'in kuzeyinde yaşayan birinin hayatında hiç Sichuan yemeği yememiş olması çok sık rastlanan bir durum; çünkü bütün yemekler acılı fakat kendisi acıya alışkın değil ve sevmiyor. Tabii bizim buluşmamızda yemek yapacak olan kimse profesyonel aşçı olmadığı ve yöresinin yemeklerini en iyi şekilde temsil etmek gibi bir görev üstlenmediği için hiç kimse, yemeklerin aşırı baharatlı ve acı olmasını istemedi.
    Sohbetler ve hazırlıklarla geçen yaklaşık üç saatlik bir sürenin ardından dokuz farklı çeşit yemek, üç farklı içki, çorba, meyve tabağı ve tatlıdan oluşan zengin bir menü ortaya çıktı. Arkadaşların her biri bana özellikle kendi pişirdiği yemeği daha en baştan tattırıyordu ve beğenip beğenmediğimi soruyordu. Bense Çin damak tadına alışkındım ve birçok farklı bölgenin mutfaklarından yemekler yemiştim, o yüzden hiçbiri yabancı gelmiyordu ve hepsini beğeniyordum. Fakat Çin tadına alışık olmayan birisi kesinlikle 9 farklı yemeğin en fazla 3-4 tanesini yiyebilir. Benim gibi alışık olan biri içinse yemekler tam bir ziyafetti.
    Tatlı yapma görevi de bana verilmişti ve ben de Türk tatlı kültürünü ve Türk damak tadını iyi temsil edeceği ve yapması kısa süreceği için bisküvili pasta yapmıştım. Bu şekilde sofraya oturduk. Fakat farklı alışkanlıklar vardı. Örneğin yine Çin'in güneyinde yaygın olan alışkanlık, biz Türklerin alışkanlıklarına benzer şekilde, ana ve sıcak yemeklerden önce çorba içilmesi şeklindeydi. O yüzden güneyli arkadaşlar bu öneriyle birlikte sofraya ilk olarak, hazırlamış oldukları çorbayı getirdiler. Kuzeyde ise önce yemekler yenir, doyulmaya yakın çorba içilirdi, o yüzden kuzeyli arkadaşlar da buna karşı çıktı. Sonuçta bu ciddi ve resmî bir yemek değildi o yüzden sonunda, sığdığı kadarıyla bütün yemekler ve çorba hep birlikte sofraya kondu ve yaklaşık 1.5 saat boyunca bol kahkahalı sohbetler ve tatlı dedikodular eşliğinde herkes istediği her şeyden bol bol yedi. Bütün herkesin "çok doydum, meyve bile yiyemeyeceğim" dediği bir anda içlerinden biri, "hiç olur mu, daha Alican'ın pastası var" diyerek benim tatlımı hatırlattı. Ben o kadar doymuş olduğunu söyleyenlerin "neyse onu daha sonra yeriz" şeklinde tepki vermesini beklerken bütün herkesin "aaa evet tatlı var, Alican getirsin hemen yiyelim" isteğinde bulunmasına şaşırdım kaldım. Hele ki kocaman bir tepsi büyüklüğünde yaptığım tatlının yüzde 80'inin on dakika içinde büyük bir mutlulukla bitirildiğini görmek beni hem çok şaşırttı, hem de çok mutlu etti. Bütün herkes çok beğendiğini söyledi, bu durum yedikleri miktardan da belli oluyordu. Benden de bir sonraki buluşma için tekrar söz aldılar. Bu şekilde yemekli parti, neredeyse bütün yemeklerin bitmesiyle sona erdi.
    Bu organizasyon sayesinde, Çinlilerin aslında kendi aralarında eğlenmelerine ev sahipliği yapmış oldum. Yakın arkadaşların kendi aralarındaki sohbetlerini dinlemiş, hepsinin sevdiği yemekleri paylaşmış, ayrıca güzel bir Türk pastasını da Çinlilere tanıtmıştım. Sanırım bu şekilde yoğun kültür alışverişleri, farklı bir ülkede yaşayan biri için çok önemli, çünkü ancak bu şekilde toplumun içine girebiliyorsunuz ve yaşantınızı hiç yabancılık çekmeden sürdürebiliyorsunuz; ayrıca bunlara uyum sağlayıp zevk alabildiğiniz ölçüde toplum tarafından benimseniyorsunuz.
    Program içinde geçen bazı kelimelerin Çincelerini öğrenerek programı noktalayalım. Acı demek için Çince'de la(4) diyoruz. Tatlı demek için tian(2) diyoruz. Tuz demek için yan(2) diyoruz. Bu kelimeye dikkat etmemiz gerek çünkü yabancıların birçoğu bunu doğru söyleyemiyor. Çince'de tonlamanın çok önemli olduğunu daha önce söylemiştim, eğer tuz demek istediğinizde ikinci ton yerine birinci tonda söyler ve yan(1) derseniz, bunun anlamı sigara oluyor. Yani bir lokantada ufak bir ton hatasıyla garsondan tuz yerine sigara isteme olasılığınız var. Şeker demek için tang(2) diyoruz. Burada da dikkat etmemiz gereken bir nokta var, bunu da eğer birinci tonda yani tang(1) olarak söylerseniz, bu da çorba veya yemeğin suyu anlamına geliyor, şeker demek istiyorsanız tang(2) şeklinde söylediğinize emin olmalısınız.
    Bir sonraki programımız Bahar Bayramı, yani Çince söylenişi ile chun(1) jie(2)'ye denk geliyor. Havai fişek sesleri yaklaşık bir hafta sonra başlayıp bir hafta kadar devam edecek. Şimdiden herkesin bayramını kutluyorum. Çince söyleyecek olursak chun(1) jie(2) kuai(4) le(4). Bayramdaki programımızda görüşünceye dek hepiniz esen kalın sevgili dinleyiciler.
Çin’e özgü çubuklar (Kuai Zi)
  Genellikle kabul edildiği üzere dünyada yemek yemek için üç yöntem vardır. Doğrudan elleriyle yemek yiyenler, insanlığın yüzde 40’ını; çatal, kaşık ve bıçakla yemek yiyenler yüzde 30’unu; çubuklarla yemek yiyenler ise yüzde 30’nunu oluşturuyor.
Çubuklar (yani Kuai Zi) Çinlilerin büyük buluşlarından biridir. Çinliler bu çubukları 3000 yılı aşkın süre önce Yin ve Shang döneminde kullanmaya başladılar. O zaman çubuklara “Kuai” adı verilmemişti. Eski kitaplardaki kayıtlara göre, dönemin insanları bu çubuklara “Zhu” veya “Ce” diyorlardı. M.S 6. ve 7. yüzyılda çubuklara “Jin” adı verildi.Peki “Kuai Zi” adı nereden geliyor? Tarihi kayıtlar, Doğu Çin’de bulunan Yangtze Nehri’nin güneyinde yaşayanlar için “Zhu” ve “durmak” sözcüklerinin eşsesli olduğunu gösteriyor. Nehir kıyısındaki kayıkçılar “durmak” sözcüğünü tabu olarak kabul ederler, kullanmamaya çalışırlardı. Bu nedenle “Zhu” sözcüğünü de “hızlı” anlamına gelen “Kuai”yle değiştirdiler. M.S 10. yüzyıldaki Song hanedanı döneminde insanlar “hızlı” anlamındaki “Kuai” kelimesinin yanına “Zhu”, yani bambu karakterini de ilave etmişler. Çünkü çubukların çoğu bambudan yapılıyormuş. Bu nedenle Çinlilerin keşfettikleri bu yemek aleti, şu an herkesçe bilinen “Kuai” adına sahip olmuş.

“Kuai Zi”nin nasıl keşfedildiğine gelince... Bazı tahminlere göre, eski insanlar yiyecekleri pişirirken rastgele iki ince ağaç veya bambu dalını kesiyor, yiyecekleri ateşin üstünden bu çubuklarla ellerini yakmadan alabiliyorlardı. Böylece yemeklerin sıcaklığı ve lezzeti kaybolmuyordu. İnce ağaç dalları, Kuai Zi (çubuklar) haline geliştirildi.

Kuai Zi’nin yapısı çok basittir. Şekline bakıldığında Çin çubuklarının üst kısmı dörtgen ve biraz kalın, alt kısmı ise ince ve yuvarlaktır. Çubukları kullanmak kolaydır, masada yuvarlanmazlar ve yemek alırken insanın dudaklarını ve dilini yaralamamak gibi avantajları vardır. Çubuklar Japonya’ya da yayıldı ve Japonlar çiğ ve soğuk yemekleri, örneğin çiğ balık etini daha kolay yiyebilmek için çubukları konik şekle getirdiler.

Çubuklar, Çinlilerin örf ve geleneklerinde önemli rol oynamıştır. Bazı bölgelerde kızlar evlendirilirken, yeni evli çift için kırmızı iple bağlanmış olan kase ve çubuklar mutlaka hazırlanmalıdır. Bunlara “Evlatların kaseleri” denir. Bu gelenek evlenen çiftin sürekli beraber yaşamasını dilemenin yanı sıra, “Kuai”nin (yani çubuğun) “hızlı” kelimesiyle eşsesli olmasından dolayı “hızla erkek çocuk doğursun” arzusunu da gösterirr. Kuzey Çin köylerinde şöyle bir gelenek de vardır: Gerdeğe girenlere şaka yapmak için yakın akrabalar ve dostlar gerdek odasının penceresinden içeri çubukları atarlar. Bu, “her şey uğurlu ve gönlünüzce olsun, erkek çocuk doğsun” dileğinin karşılığıdır.


    Kuai Zi’lerin yalnızca iki ince çubuk olduğunu zannetmeyin. Bu iki ince çubuğu iyi kullanabilmek için zamana ve çaba harcamaya ihtiyaç vardır.Çinlilerin çubuk kullanmadaki ustalıkları yabancıların dikkatini çekmektedir. Hatta bazı Batılı ülkelerde çubukları kullanmayı öğreten “yetiştirme merkezleri” de açıldı. Bazı tıp uzmanları, çubukları kullanırken insan vücudunda 30’dan fazla eklemin ve 50’den fazla kasın harekete geçtiğini, çubuk kullanmanın parmakların çevikliğine ve beynin gelişmesine son derece yararlı olduğunu belirtiyor.Çubukların memleketi Çin’dir. Ancak, dünyadaki ilk “Çubuk Müzesi”nin Almanya’da açılmış olduğunu da belirtelim. Bu müzede, altın, gümüş, yeşimtaşı ve hayvan kemikleri gibi değişik malzemelerden yapılan 10 binden fazla çubuk sergileniyor.
Çin Çin Restaurant
Çin Çin Restaurant 28 Eylül 2009 tarihinde, İstanbul’un Beyoğlu/Taksim semtinde, Özen Kulaçoğlu ve lay Kesgin tarafından açılan Çin Çin Restaurant, Müşterilerine; Hijyen’i, Kaliteyi Hesaplı sunuyor… Uzakdoğu’dan getirtilen hünerli ahçıların hazırladığı birbirinden lezzetli yemekleri ve Çin mutfağının lezzetini yaşamak için sizleride, ruhunuzu besleyen karnınızı doyuran adrese bekliyor.

Restaurant'ın açılışı şimdien yazılı ve görsel basında ilgiyle karşılanmış durumda. Ucuz ve lezzetli oldugu duyumları daha şimdiden iştahimızı kabartmakta.. illeriki süreçte bu işletmeyi sizler için ziyaret ederek izlenimlerimizi sunacagız.

Fakat bizden once giden TimeOut gozlemcilerinede kulak vermemiz gerekli diye dusunmekteyim..

TimeOut
Ruhunuza hem tadı hem de enerjisiyle iyi gelecek bir yer burası.
Her gün 11.30-23.30 arasında açık. Kredi kartları geçerli.
Mekânın sahipleri hayallerini gerçekleştirmiş olmanın heycanını fazlasıyla yansıtan iki kadın ve yerlerinde duramıyorlar. Servisi bile başkalarına bırakamayacak kadar bağlılar mekânlarına. Alt katta bulaşıkların yıkandığı, yemeklerin ilk hazırlıkarının yapıldığı ana mutfağa ne zaman isterseniz girebiliyorsunuz. Üst katta yemeklerin servise hazırlandığı mutfak ise hem açık, hem de hemen girişte bir masadan bile izleyebilesiniz diye önünde yer alan merdiven bölümü camekân haline getirilmiş. Eleştirilere çok önem verdiklerini her masa ile birebir ilgilenmelerinden de, paket servis siparişi verenlere ise telefon edip yorumlarını almalarından da anlayabilirsiniz. Dekorasyonundan, menüsüne her ayrıntısıyla kendileri birebir uğraşmışlar. Mekâna daha çok kırmızı, beyaz ve siyah renkler hakim. Duvarlarda ve abajurlarda sevdikleri anime karakterlere yer vermişler.  Alt kattaki mutfağa ziyaret için ineceğiniz merdivenleri bile her basamaktaki küçük insan figürleri ile eğlenceli bir yola dönüştürmüşler.

Çin Çin’e geldiğinizde yer bulursanız mutlaka açık mutfağın tam karşısındaki geleneksel şekilde dekore edilmiş locaya kurulun. Şaşırmayın, önünüze gelecek menü bir yelpaze olacak. Dana etli, tavuklu ve vejetaryen alternatifleriyle ekonomik Çin Çin menülerden birini seçebilirsiniz. “Denizden babam çıksa yerim” diyenlerdenseniz Çin Çin size çorba, aperitif ve ana yemekte çok farklı alternatifler sunuyor. Tavsiyemiz servisiyle gönülleri fetheden karidesli mantı ‘Shao Mari’ ve deniz mahsullü erişte. Kırmızı et ve beyaz et seviyorsanız, Moğol işi tavuk, zencefilli çıtır tavuk ve pirinç patlakları ile servis edilen kindo çıtır dana eti mutlaka denemeniz gereken lezzetler arasında. Hepsiyle de yasemin çayı iyi gidiyor. Çin Çin salata ise Uygurlu şef tarafından el maharetiyle bir metre boyunda kesilerek hazırlanan, salatalık ve kırmızı turp ile sarımsaklı sostan oluşan bir başka alternatif. Bir Türk ekmek yemeden doymaz diyenlere de hiç ateşe temas etmeden ve tamamiyle yağsız buharda pişen ekmek sunuyorlar. Hem çok hafif, hem de yalnızca Çin Çin’e özgü olan erişte çorbası da dikkat çekenler arasında. İstiklal Caddesi’ne on adım uzaklıktaki bu mekân, açık alanındaki dört  masasıyla da sigara tiryakileri için ideal.
Menüden
Çin Çin pratik menüler 12-13,50 TL
Deniz mahsulleri erişte/çorbası 12 TL
Buharda karidesli mantı ‘shao mai’ 7 TL
Çin çin salata 5,50 TL
Zencefilli çıtır tavuk 11 TL
Kindo çıtır dana eti 13 TL
Çin çayı 3,50 TL

Mekan : Çin Çin

Tel: (0212) 244 21 85
Adres: Şehit Muhtar Mahallesi Zambak Sokak 5A
Semt: Taksim

Harita
Daha Büyük Haritayı Görüntüle
Search Engine Submission - AddMe